17 Ocak 2011 Pazartesi

Hercule'ün On İki Görevi (The Labours of Hercules)

Agatha Christie, Altın Kitaplar

Bir Hercule Poirot polisiyesi. Kitap kulübümüzde beraber okumak için seçtiğimiz ilk kitap.

Diğer Agatha kitaplarına oranla oldukça volümlü olan bu eserde, sevgili detektifimiz emekli olmadan önce 12 eşsiz davayı çözüp kendini 12 mitolojik görevi başarıyla yerine getiren Herkül ile özdeşleştirmek istiyor. Seçtiği davaların da Herkül'ün görevlerini andırması gerektiğine karar veriyor. Ve bir yıl içinde bu işleri tamamlamaya çalışıyor.

Dolayısıyla kitabımız 12 kısa öyküden oluşuyor. Maceralar uzun olmadığından davaların çözümü de haliyle çabuk ve kısa yoldan oluyor. Bu yüzden tipik bir polisiye vakasını ve onun çözümündeki heyecanı yaşayamıyoruz. Bu yüzden bana sıkıcı geldi bu hikayeler.

Daha önce Agatha Christie okumadıysanız sakın bu kitapla başlamayın. Hercule Poirot'yu seviyorsanız bu kitabı okumanıza gerek yok, çünkü kitaptaki Poirot sanki bizim yumurta kafalı detektifimiz değil. Yoksa asla bu Miss Marple'a layık davalarla ilgilenmezdi. Eğer hiç Poirot macerası okumadıysanız, yine bu kitaptan uzak durun ve detektifimizin diğer harika maceralarına bir göz atın derim. Sonuç olarak tavsiye etmiyorum, okumasanız da olur. Tatsız.


16 Ocak 2011 Pazar

Tarihçi (The Historian)


Elizabeth Kostova, İnkılap Yayınevi

Çeviri : İdem Erman



Tarihçi'yi okumaya başladığımda, daha ilk sayfalarında kitaba yapıştım, kitabı bitirene kadar her gece uykusuz kalmayı göze aldım, roman adeta beni kendine esir etti. Her gün işyerinde akşam olsun eve gideyim de bayılana kadar Tarihçi'yi okuyayım diye saatleri saydım. Son derece lezzetli, tarihle macerayı birbirine katıştıran bu kadar  meraklı bir romanı epeydir okumamıştım.


Kitabımızın anlatıcısı, ismini öğrenemediğimiz bir  genç kız. 1970'li yıllarda, babasının kütüphanesinde acayip bir kitap buluyor, sayfaları bomboş ama ortasında ürkütücü bir ejderha baskısı var kitabın. Babası Paul ile  Avrupa şehirlerini gezerken yavaş yavaş kitabın hikayesini ve babasının 20 yıl önce başına gelenleri öğrenmeye başlıyor. Bu kitabı Paul üniversitede iken bulmuştur. Danışman öğretmeni Profesör Rossi'ye kitabı gösterince, profesörde de aynı kitaptan olduğunu öğrenmiştir. Rossi korkunç bir sır vermiştir Paul'e : Voyvoda Tepeş, kazıklı voyvoda olarak anılan Prens Vlad hala yaşamaktadır! Rossi ortadan kaybolunca Paul ondan geriye kalan mektupları takip ederek, güzel antropolog Helen ile Dracula'nın peşine düşmüştür.


Paul bu serüveni anlatırken aynı Rossi gibi ortadan kaybolur. Kızı ondan kalan mektupları bulur ve hikayeyi bir babanın kızına yazdığı mektuplardan takip etmeye başlarız. Bir yandan 1950'lerin Avrupasında İstanbul-Macaristan-Bulgaristan'da vampir dehşeti gölgesinde bir arayış, bir yanda 1970'lerde eski maceranın gölgesinde babasını bulmaya çalışan bir kız. Peki ama Dracula gerçekten yaşıyor mudur ve Rossi nerededir?


Paul ve Helen Avrupa'da araştırma yaparken biz de şehir şehir gezeriz onlarla, İstanbul'da Ayasofya'ya onların hayranlık dolu gözlerinden bakarız. Balkan ülkelerinin içiçe geçmiş şaşırtıcı tarihine tanık olur, folklorlarını öğreniriz. Vampirler her daim bu kültürün bir parçası olmuştur. İstanbul'da bile vampirlerden korkulduğunu ve 500 yıl önce birtakım felaketler yaşandığını anlarız. Geçmişteki hikayeyi bizimle beraber öğrenen anlatıcımız ise babasını bulmaya kararlı onun ayak izlerini takip eder.


Oldukça lezzetli; tarihle, seyahat ile dopdolu, gerilimi eksik olmayan bir macera romanı. Çok sevdim. Kitabın Osmanlı tarihinden, Dracula olarak anılan Kazıklı Voyvoda Vlad'ın çağdaşı Fatih Sultan Mehmet'ten; İstanbul'dan, Türkler'den hayranlık ve sevecenlikle söz ediyor oluşu ise kitabı sevmemde ayrı bir faktör oldu.



9 Ocak 2011 Pazar

Kürk Mantolu Madonna

Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları

Gerek sözlükte gerek blog aleminde hezeyanlar yaratan bu kitabı bir süredir merak ediyordum. Maalesef bu Yeşilçam filmlerini aratmayan aşk hikayesi benim içimi sıktı; betimlemeler, saptamalar, iç konuşmalar ve tasvirlerle dolu metin bitmek bilmedi. Sevmedim.

Kitabın başında anlatıcı, adını bilmediğimiz genç bir memur, işsiz güçsüz gezerken bir arkadaşının iyiliğiyle kapağı onun şirketine atıp şirketin Almanca tercümanı Raif Efendi ile tanışıyor. Raif efendi adeta yaşayan ölü gibi bir adam, tepkisiz, heyecansız, sevgisiz. Anlatıcımız, hastalandığı bir gün Raif efendiyi ziyaret edip onunla yakınlaşıyor, gel zaman git zaman Raif'in hastalığı ağırlaşınca anlatıcımızdan işyerindeki eşyalarını istiyor, bu eşyaların arasında bir defter var. Raif efendi Birinci Dünya Savaşı esnasında geçen gençlik günlerini yazmış buraya. Bu noktadan itibaren, Raif efendi anlatıcı oluyor ve hayatını değiştiren olayı ve tüm düşüncelerini okuyoruz onun kaleminden. Raif hastalık derecesinde çekingen, içine kapanık biri. Kadın gibi korkak, utangaç bir genç. Babasıı onu sabunculuk öğrensin diye Berlin'e yolluyor. Raif Berlin'de gezip tozarken bir sergide gördüğü Kürk Mantolu Madonna resmine aşık oluyor. Tesadüfler zinciri sayesinde resimde otoportresini çizmiş olan kadınla tanışıyor: Maria Puder!. Günlerini beraber geçiriyorlar, Raif körkütük aşık, kadın ise onun aşkına inanmadığından kendisinin de aşık olduğunu kabullenmiyor. Ne zaman ki erkeğin aşkına inanıyor, o da kendi duygularını o vakit kabul edebiliyor. Kitabın sonu da Türk filmlerine layık şekilde geliyor. Sayfalar boyu Raif'in içsesiyle yaptığı çıkarımları, saptamaları, tespitleri, bunalımları, zayıflığını, zavallılığını okuyoruz. Nihayet kendisinin lüzumsuz bir adam olduğu tespitini yapıyor da rahatlıyoruz biraz.

Düşüncelerin akışı ve içses üzerinden ilerleyen kitapları sevenlerin bayılacağı bir kısa roman.



8 Ocak 2011 Cumartesi

Yürüyen Şato (Howl's Moving Castle)

Diana Wynne Jones, İthaki Yayınları

Yürüyen Şato'yu çoğumuz Miyazaki ustanın harika animesi olarak tanıdık. Anime meğersem bu kitaptan esinlenerek yapılmış. Kitabın hikayesi filmden biraz farklı da olsa, başı, sonu, temel kahramanları aynı gibi.

Romanımızın kahramanı en büyük kız kardeş olma bahtsızlığına uğrayan Sophie. Sophie babasının ölmesiyle ileride devralacağı şapka dükkanında çalışmaya başlıyor. Bu esnada büyücü Howl'un yürüyen şatosu kasabaya geliyor ve Howl'un genç kızları kandırıp kalplerini yediği dedikodusu ile kasaba çalkalanmaya başlıyor. Bir akşam Sophie, pastanede çalışan güzel kız kardeşi Lettie'yi ziyarete giderken yolda esrarlı ve de yakışıklı bir genç ile karşılaşıyor. Dükkana geri döndüğünde ise korkunç Çöl Cadısı tarafından lanetlenip 90 yaşında iki büklüm bir nineciğe dönüşüyor. Büyüyü bozabilmesi ümidiyle Sophie Howl'un yürüyen şatosuna gidip Howl'un sevimli asistanı Michael ile tanışıyor, kendini temizlikçi olarak şatoya kabul ettirip ocakta yaşayan Howl'un ateş cini ile bir anlaşma yapıyor. Eğer Sophie cin ile Howl arasındaki anlaşmayı bozup cini özgürlüğüne kavuşturursa, cin de onun üzerindeki büyüyü kaldıracaktır. Böylece aslında Sophie'nin o gece karşılaştığı esrarlı delikanlı olan Howl hain Çöl Cadısını yoketmeye uğraşırken; bütün yürüyen şato ahalisinin şenlikli maceraları da başlamış oluyor.

Fantastik edebiyat ile çok aram olmamasına rağmen bu kitabı zevkle okudum. Dili akıcı, çeviri ve baskısı çok düzgün, rahatça okunuyor. Hafif, masalsı, fantastik okuma arayanlara severek öneriyorum.

Not : Bu yazarın şato kitapları aslında bir üçleme. İthaki ikinci kitap "Uçan Şato"yu da yayınlamış, onu da alıp okuyacağım, bu seriyi gerçekten sevdim.



2 Ocak 2011 Pazar

İstanbul Hatırası

Ahmet Ümit, Everest Yayınları

Bir Başkomiser Nevzat polisiyesi. Ahmet Ümit'den tamamen İstanbul'a adanmış müthiş bir kitap. Sayfaları soluksuz çevirdiğim, hem bitsin hem de bitmesin istediğim; sürükleyici ve çok lezzetli bir roman.

Roman Sarayburnu'ndaki Atatürk anıtının dibinde bir cesedin bulunması ile başlıyor. Cesedin avcunda bir Bizans sikkesi saklıdır. Başkomiser Nevzat, yardımcısı Ali ve kriminolog Zeynep ile katili araştırmaya başlar. Ne yazık ki ertesi gün bu sefer Çemberlitaş'ta, yine avucunda bir sikke ile başka bir ceset bulunur. Nevzat her bir cesedin bir sonraki cinayet yerini işaret edecek şekilde yerleştirildiğini farkeder. Her bir kurban tarihte Byzantion-Constantinopolis-Konstantinniye-İstanbul olarak tanınmış yeryüzünün en güzel şehrinin binlerce yıllık geçmişinde iz bırakmış anıtsal bir noktada bırakılmakta; her bir cesedin eline o döneme ait bir sikke yerleştirilmektedir. Cinayetlerin İstanbul'un tarihi ile alakalı olduğunu anlayan Nevzat, bir yandan İstanbul'un efsaneler, kıyımlar, katliamlar ve görkemli zaferlerle dolu geçmişini keşfetmeye koyulurken beri yandan bir sonraki kurbanın nerede ortaya çıkacağını çözmeye çalışır. Ta ki yedinci cinayete kadar.

"Balat'da doğdum, Haliç kıyısında... Sevdiklerimin mezarları da orada. En yakın arkadaşlarım bu şehirde, en güzel anılarım da öyle, gördüğünüz gibi işim de burada. Ve kısmetse bu şehirde ölmeyi isterim."


1 Ocak 2011 Cumartesi

Engin Cezzar'ı Takdimimdir

İzzeddin Çalışlar, Doğan Kitap

Sevgili Engin, sen Türk Tiyatrosu'nun tarihini yazan, bu tarihi oluşturan birkaç onurlu isimden birisin. Birgün nasılsa birileri gerçekleri yazacak, ilerde genç birileri kaldıracak o tülleri, üfürecek o külleri ve gerçeği görecek ve yazacak. Sen de hakettiğin biçimde ebediyen anılmak üzere sayfalar arasındaki son yerini alacaksın. Gülriz.

Küçük bir kitap bu, uzun uzun yazılmış bir özyaşam öyküsü değil. Büyük sanatçı Engin Cezzar hayatında iz bırakan anları anlatıyor, sanki rakı sofrasına oturmuş muhabbetteyiz. O denli rahat ve samimi bir kitap. Küçüklüğü, Actor's Studio dönemi, İstanbul'a dönüşte estirdiği Hamlet fırtınası, Gülriz Sururi ile ardı ardına sahneye koyduğu efsanevi oyunlar, ve tabii sonsuz tiyatro aşkı,  bu küçük kitapta parça parça ve oldukça akıcı bir şekilde kaleme dökülmüş.