29 Mayıs 2013 Çarşamba

Sisters Kardeşler (Sisters Brothers)

Patrick DeWitt, Domingo Yayınları


Charlie ve Eli Sisters kardeşler, vahşi batıda namları yürümüş kiralık katillerdir, esrarengiz Bay Commodore'un emrinde çalışırlar. Yeni görevleri Hermann Kermit Warm'ı öldürmektir. Warm, altına hücumun en heyheyli dönemini yaşayan Kaliforniya'daki arayıcılardan sadece biridir. Kardeşler, Oregon'dan dıgıdık dıgıdık yola çıkarlar. Tabii yol boyu başlarına gelmeyen kalmaz. Yolun sonunda da başka sürprizler onları beklemektedir.

Harika bir roman Sisters Kardeşler. Olayları bize kardeşlerin küçüğü ve vicdanlısı Eli anlatıyor. Gayet Tarantinovari bir tarzı var Eli'yın (dolayısıyla yazarın:) . Adamlar meşhur psikopat katiller, haliyle birilerini vurup öldürmek, kan, kin, vahşet bunların hayatının normali. O yüzden de sakin sakin, gayet olağanmış gibi okuyoruz bizimkilerin kanlı maceralarını. Eli bu arada bize içini de döküyor, meğersem o bu işlerden kurtulup bir dükkan açarak; tezgahtarlık yapmak istiyormuş aslında.


Çok sevdim Sisters Kardeşleri. Western film sevmem ama bu romana bayıldım.





24 Mayıs 2013 Cuma

Kader'in Peşinde

Mehmet Murat Somer, Can Yayınları

Bir Hop-Çiki-Yaya polisiyesi.

Son Hop Çiki Yaya kitabımı, elimden geldiğince beklettim, okumadım. Sonunda yeter atık diyerek elime alınca da, bir çıpıda bitiriverdim.

Gündüzleri hacker, geceleri gay club işletmecisi travesti dedektif kahramanımız; bu macerada, önceki romanlardan tanıdığımız Gönül'ün yardımına koşuyor. Gönül'ün kara yağız tüpçü sevgilisi Ercan'ın karısı Kader ortadan kaybolunca polis cinayet şüphesiyle Ercan'ı içeri almıştır. Ercanım katil olamaz diyen Gönül ise çareyi kahramanımıza koşmakta bulmuştur. Bizimkinin başında başka dertler de vardır; kulüpteki kızlardan Müjde'nin belalısı Hayrettin,karısını boşamış; Müjde ameliyat olsun evlensinler diye tutturmuştur. Müjde asla ve kata çükünü kestirmeye yanaşmayınca da silahla kulübü basar. Beri yandan cadaloz müzik eleştirmeni Belinda, tehdit mesajları almaktadır ve hepsi kahramanımızdan yardım istemektedir.


Çok zevkli bir okuma, herkese tavsiye ediyorum.



22 Mayıs 2013 Çarşamba

Tatlı Bela (Beautiful Disaster)

Jamie McGuire, Yabancı Yayınları


Abby üniversiteli, kendi halinde cici güzel bir kızdır. Bir gece bodrumlarda yapılan gizli dövüşlerden birinde, baştan aşağı dövmeli ve tabii çok yakışıklı, seksi, zeki vs vs Travis ile karşılaşır. Bizim anlamadığımız sebeplerden Travis, Abby'ye anında körkütük aşık olur böylece iyi kız-yaramaz oğlan aşk hikayesi ile karşı karşıya buluruz kendimizi.

Okuduğum en pespaye, en banal, en sefil kitap bu idi herhalde. Hani fanfiction diye bir şey var, millet oturup favori film, roman vs kahramanları hakkında kendi hayali hikayelerini yazıyorlar. Ben bu kitaptan daha düzgün fanfiction'lar okudum! Alacakaranlık bunun yanında Savaş ve Barış gibi kaldı. Beyaz Dizilerin bile bir kalitesi var, bunda o da yok.

Paranıza yazık etmeyin, uzak durun.



20 Mayıs 2013 Pazartesi

Senden Önce Ben (Me Before You)

Jojo Moyes, Pegasus Yayınları

Yüzlerce yıllık bir şatonun eteklerine kurulmuş ufak İngiliz kasabasında genç bir kadın yaşar. 26 yaşında, renkli elbiseler ve çizgili çoraplar giymeyi seven Lou; ailesiyle beraber oturmakta, küçük hayatından memnun görünmektedir. Çalıştığı kafeterya kapanınca acil iş bulmak zorunda kalır ve 35 yaşındaki felçli Willl'e bakıcılık yapmayı kabul eder. Bir zamanlar karizmatik ve adrenalin düşkünü bir iş adamı olan Will, geçirdiği trafik kazasından sonra felçli kalmış ve hayattaki tüm umudunu yitirmiştir. Görmüş geçirmiş Will ile basit ve neşeli Lou; arkadaş olurlar. Lou, Will'e gülme sebebi vermektedir. Will ise Lou'ya hayatını değiştirme azmi kazandıracaktır.

Güzel kapağı ve Amazon'daki bol yıldızlı tavsiyelere kanarak bu kitabı aldım. Konusu bin kere izlediğimiz filmlere benziyor. Hatta en başta çok sevdiğim Ayrılık Şarkısı'ndan mı esinlenmiş diye düşünmedim değil. Aslında bir sürü benzer hikayeden esinlenerek rahatlıkla okunan, dokunaklı bir hikaye yazmış Jojo Moyes. Tekerlekli sandalye ile hayatın içine karışmanın aslında ne denli zor olabileceğini (olmayan rampalar, tekerleklerin saplandığı kum zeminler vs) anlatan kısımları da önemli buldum.

Olaylar ağırlıklı olarak Lou'nun ve zaman zaman öyküdeki diğer karakterlerin ağzından anlatılmış. Kitabın Türkçe çevirisini hiç sevmedim. Pratik hatalarla dolu. Yine de hikaye kendini okutuyor. Hatta sonunda ne olacak diye gayet hızlı okudum..  Duygusal bir roman okumak isteyenlere önerilir.





18 Mayıs 2013 Cumartesi

Cehennem (Inferno)

Dan Brown, Altın Kitaplar


Dan Brown'un son romanı müthiş pazarlama taktikleri ile çılgınlar gibi pompalanırken, ben de bu reklam rüzgarına kapılarak kendimi kitap çıksın diye gün sayarken buldum? Tam Özal çağı, reklamlar çağı çocuğuyum değil mi? Yazarın bir önceki romanı Kayıp Sembol'ü sevmemiştim. Mason Biraderlerin bir çuval para döküp tanıtım için Dan'e bu romanı yazdırdıklarını düşünmüştüm. Cehennem ile yazar eski dünyaya ve Rönsans'ın kalbine dönüş yaptığı için, yine de yeni kitabın daha güzel olacağını düşünerek heyecanlanıyordum.  Bu arada çıkan haberler, sadece seçilmiş bir kaç ülkeden çevirmenin Londra'da bir yere hapsolup 45 günde kitabı kendi dillerine tercüme ettiklerini anlatıyordu. İlginç olan bu grupta Türk çevirmenlerin de bulunmasıydı. Kitap Türkiye'de; Amerika ile aynı gün, 14 Mayıs'ta yayınlanacaktı. Türkiye'de Dan Brown, misal Fransa'dan veya Rusya'da daha mı fazla okunmaka idi? Hayretler içindeydim.

Nihayet Mayıs'ın 14'ü geldi, akşam iş çıkışı koşa koşa eve en yakın D&R'a gittim, kitabı elime aldım ve resmen şoke oldum. Arka kapakta Ayasofya'nın resmi vardı! Kitabın bir kısmı canım şehrim Istanbul'da geçiyordu! Kapaktaki bilgiye göre maceranın büyük finali Istanbul'da yaşanıyor ve esrar burada çözülüyordu.

Eve adeta koşarak geldim, o gece 150 sayfa; ertesi gece bir o kadar daha okudum. Perşembe gecesi ise bir buçuğa kadar oturup kitabı bitirdim.

Cehennem bence öyle ahım şahım, harika bir kitap değil. Da Vinci Şifresi ile Melekler ve Şeytanlar'ın nefes nefese okunan heyecanlı atmosferi, bulmacalarla dolu Indiana Jones benzeri maceraları yok burada. Ama kitabın finalinde tüm canlılığı, kaotizmi ve curcunası ile Istanbul kitaba damgasını vuruyor! Kitabın en güzel yeri Istanbul'da geçen finaliydi bence.

Kahramanımız Robert Langdon son hatırladığında Massachusetts'dedir, gözlerini açtığında ise kendini Floransa'da ufak bir hastanede bulur. Kafasından vurulmuştur, son iki günü hatırlamamaktadır, peşindeki kirpi saçlı, motorlu, dövmeli bir kadın onu öldürmeye çalışmaktadır (Dan Brown, Lisbeth Salander'den mi etkilendi acep?)  Langdon, genç ve güzel doktor Sienna'nın yardımıyla hastaneden kaçar. Emektar Harris Tüvid cekedinin hiç bilmediği gizli cebinde tuhaf bir alet bulur, bu alet Dante'nin İlahi Komedya'da anlattığı Cehennem'im bir tasvirini gizlemektedir ve Robert'in, nedenini anımsamasa da, bu tasvirdeki sırları çözmesi gerekmektedir.

Robert Langdon yanında yine genç bir kadınla, tarihi mekanları geziyor. Bu sefer Floransa, Venedik ve Istanbul sırların bekçiliğini yapıyorlar. Fakat Harvardlı Simgebilim Profesörü olarak tanıdığımız kahramanımızın aynı zamanda Sanat Tarihi (bu anlaşılır)  ve dahi Edebiyat (bunu bilemedim) konularında da üstün bilgisi olduğu ortaya çıkıyor. Kitap boyu bilgilerini konuşturuyor sürekli. Daha doğrusu Dan Brown bizi bilgi bombardımanına tutuyor ve bu sefer misal Da Vinci Şifresi'ndeki gibi değil; kahramanlarımız bildiğin koşa koşa kötü tiplerden kaçarlarken, aksiyonun ortasında durup bize binanın tarihçesini, Dante'nin modern edebiyat üzerindeki etkilerini, İlahi Komedya'nın satırları arasında gizli manaları uzun uzun anlatıyor ve bu bilgileri okumak güzel de olsa; kitabın atmosferini mahvediyor bence. Macera kitabından ziyade Lise 1 ders kitabı tadı var bu kitapta.

Istanbul ise ayrı bir alem. Yazarın şehrimizden bahsetme tarzını sevdim. Allah, ne babalamış ne övmüş sormayın. Yoksa bizimkiler de mi para yedirdi Dan'e kitabında Istanbul'u tanıtsın diye? Aslında burası kitabın başrolünde olmalıydı ya, neyse.  Sonuçta kitap sayesinde şehrin bir sürü insanın ilgisini çekeceği kesin. Dediğim gibi kitabın bu kısmını çok sevdim.

Sonuçta başarısız bir roman bence Cehennem. Dan Brown yeni kitap çıkartırsa hala alıp okurum ama ilk iki Robert Longdon macerası gibi heyecanla, ağzımın suları aka aka okuduğum başka bir romanı olur mu bilemem.

Olmamış, orta verdim. otur!

***Not : Altın Kitaplar cinlik yapıp, İlahi Komedya'nın Cehennem kısmını bastı geçenlerde. Ama ona para vermeyin, ben size, muhteşem Rekin Teksoy çevirisi ve harikulade baskısı ile ile Oğlak Yayınları'nın kutulu 3 kitaplık setini öneriyorum. Yıllar önce babam hediye ettiğinde Cehennem'i okumuştum. Gerçekten çok etkileyici idi. Araf'ta sıkılınca kitabı yarım bıraktım ama olsun. En güzeli Cehennem zaten:)



14 Mayıs 2013 Salı

Gölün Kıyısında (Crow Lake)

Mary Lawson, Domingo Yayınları


Bazen daha okumaya başlar başlamaz, "bu ne güzel kitapmış" dersiniz, benim için Gölün Kıyısında tam da böyle bir kitaptı.

İki erkek iki kız dört kardeş: Luke, Matt, Kate ve Bo; Kanada'nın kuzeyinde, göllerin kıyısındaki evlerinde yaşıyorlar. Gölün hayatlarındaki anlamı büyük, özellikle Matt ve onu taparcasına seven Kate için. İkisi saatlerce göl kenarında yatarak tabiatı incelemekten bıkıp usanmıyorlar. Matt doğaya hayran ve Kate'e aynı şekilde çevreye bakmayı ve görmeyi öğretiyor. Luke, en büyükleri, herkes serseri olacağını düşünürken öğretmen okulunu kazanıyor. Bo ise minik, sarı saçları kafasında hep dimdik duran ve inatçı bir bebek. Ne var ki insan hep çocuk kalmıyor, hayat hep göl kenarındaki gamsız saatler gibi sıcak ve sevgi dolu değil.

Kitabın anlatıcısı 27 yaşındaki Kate, bize çocukluğunun hayatını en etkilemiş olan senesinden bahsediyor. 20 yıl önce kardeşleri ile başlarına gelenleri ve beraber atlattıkları o zorlu kışı; tek okulu ve bir tane bakkalı olan küçük çiftçi kasabasındaki hayatları; komşuları Pye ailesinin Kate'in ve kardeşlerinin hayatını değiştirecek tarihçesini öğreniyoruz. O küçük kasaba ve kasaba ahalisi; çiftçilerin zorlu koşullarda çalışarak sürdürdükleri yaşamları o kadar canlı ve gerçek ki, etkilenmemek elde değil. Bir senede 4 kardeşin başlarına gelenler ürkütücü de olsa abartı değil. Yazar melodrama kaçmıyor, kitabın aynen arka kapakta yazdığı gibi kontrollü bir duygusallığı var.

Aile ve en önemlisi  kardeşler, kardeş sevgisi ve büyümek hakkında harikulade bir kitap. Su gibi akıp gitti, ben çok sevdim.


12 Mayıs 2013 Pazar

Yatak (Bed)


David Whitehouse, Domingo Yayınları

Hiçbir şey yapmamak, bazen her şeyi değiştirir.


İki sene önce, önce o harika Çoluk Çocuk'u ardından da beklenmedik On Bir'i okuduktan sonra Domingo Yayınları'nı sıkı takip etmek gerekiyor demiştim. Gerçekten çok ilginç ve zevkle okuduğum kitaplar yayınlıyorlar ve favori yayınevim gibi bir şey oldular.

Yatak, başına buyruk ve sıradışı Malcolm'un hikayesini, küçük erkek kardeşinin ağzından anlatıyor. Küçük kardeşin adını hiç bilemiyoruz. Yazarımız bir röportajda, kardeşe bilerek isim vermediğini; çünkü onun tüm hayatını Malcolm'un gölgesi altında yaşadığını söylüyor.

Malcolm ufaklığından itibaren sisteme karşı çıkan bir çocuk, istemediği şeyleri yapmak zorunda kalmamak için soyunuveriyor, ailesi yerin dibine geçerken o, çırılçıplak ortalıkta koşuşturmaktan hiç mi hiç çekinmiyor. Büyüyünce ise, neden ona dayatılan planı yaşamak zorunda olduğunu sorguluyor. Neden herkes işe girip çalışmak, evlenip fatura ödemek, üreyip çocuk sahibi olmak zorundadır ki? Sonunda bu ortalama ömürden geriye ne kalacaktır? Hayatın ne anlamı vardır? Eğer yapman gereken şeyi yapmıyorsan, o hale hiç birşey yapmaya da gerek yoktur.

Böylelikle Malcolm, 25 yaşında, bir daha kalkmamacasına yatağına yatar. Ailesinin bütün dünyasını değiştirecektir bu şekilde.

Malcolm'un kardeşi hikayesini bugünden, yataktan kımıldamayan 600 kiloluk obez adam ile başlıyor anlatmaya. Sonra geri dönüşlerle çocukluk yıllarından bahsediyor. Her iki zaman dilimini de merakla takip ediyoruz.. Malcolm'u yatağa yatıran geçmişini ve yatakta geçen bugününü sular seller gibi yutarak okuyoruz adeta.

İnsan hayatı, aile, sevgi ve aşk üzerine sarsıcı bir kitap.




6 Mayıs 2013 Pazartesi

Boş Koltuk (The Casual Vacancy)

J.K. Rowling, Doğan Kitap


Ben Harry Potter gibi bir efsane yaratmış olsam, herhalde bir daha oturup kitap yazmaya cesaret edemezdim. Ama Jo Rowling neden özel biri olduğunu bu şekilde gösteriyor. Harry'nin son macerasının yayınlanmasının üzerinden 5 sene geçtikten sonra, onunla uzaktan yakından alakası olmayıp merkezdeki karakterinin adını da fütursuzca Barry koyduğu romanı göğsünü gere gere yayınladı Jo Rowling.

Gerçekten, kapakta başka bir yazarın adı yazılı olsa, ben de Radikal Kitap ekinde konuyu okuyunca sıkıntıyla pöfler ve kitabı almayı düşünmezdim bile. Konu alabildiğine lokal. İngiltere kırsalında ufak Pagford kasabasının sevilen vatandaşı Barry Fairbrother şak diye düşüp ölünce, kasaba meclisinde bir koltuk boşalıyor. Kasabadaki aileler arasında boş koltuğu kapmak için sessiz ve derinden bir savaş başlarken, ailelerin ergen çocukları okulda ve sokalarda kendi mücadelelerini veriyorlar. Kitapta, dışarıdan masalsı bir yer gibi görünen kasabanın kokuşmuş, çıkarcı içyüzü ile ergenlerin yaşamı; Barry'nin ölümünün bireyler üzerindeki etkisi, başabaş anlatılmış. Yani yetişkinlerin ikiyüzlülüğü ile gençlerin problemleri üzerine bir roman diyebiliriz. Adeta bir ergen destanı, Boş Koltuk.

Kitabın başından itibaren kasabanın zengin-fakir çeşit çeşit aileleri ile tanışıyoruz. Her birinin gelmişini geçmişini, derdini tasasını öğrenip iyice tanışıyoruz bu insanlarla. Olaylar kesintisiz şekilde bu karakterlerin bakış açılarından anlatılıyor, her birinin hikayesine ortak oluyoruz. Kaçınılmaz olarak, meclis üyeliği için çekişmeler devam ederken, bütün hikayeler birbiriyle kesişiyor. Ve mükemmel finalde her şey yerli yerine oturuyor.

Aslında Jo Rowling, daha çok yeniyetmelerin etrafında dönen bir hikaye yazabilirmiş, o zaman daha evrensel olurmuş romanımız. Kasabanın belediye meclisi mevzusu bizimle uzaktan yakından ilgisi olmayan, oldukça yerel bir konu. Fakat kadın öyle bir yazmış ki, anlattığı bütün karakterler şıp diye gözümün önünde belirdi, hepsini görmüş kadar oldum; o kasaba otobüse binsek gidecekmişiz kadar gerçek. Sanırım olaylardan çok bireylerle ilgili, hatta psikolojik bir roman diyebiliriz Boş Koltuk'a fakat, bir an bile sıkılmadan, başından sonuna kadar kesintisiz okuyup bitirdim. Sular seller gibi akıcı geldi kitap bana ve bittiğinde nefis bir edebiyat tadı bıraktı bende.

Umarım, Jo Rowling'in gelecek kitabı için 5 sene daha beklemeyiz, daha çok yıllar boyunca, uzun uzun romanlar yazar. Kadının sayfalar üzerinde dünya yaratmakta üstüne yok. İster Harry Potter'ın fantastik dünyası, ister günümüzün can acıtacak denli gerçek ve sefil dünyası olsun. Rowling'in o akıcı, damaktan yağ gibi kayıp giden edebiyatını okumak büyük zevk bence.